25 Kasım 2010 Perşembe

sürpriz gökkuşağı



İş güç falan fıstık derken griye boyanmış iç dünyamla yağmur altında birşeyler yemeye gittiğim kadim mekan kantinden çıktığımda hem içim parlak turuncuya boyanmıştı hem de güneş. İşi gücü hale yola koymak falan değil insana iyi gelen her zaman. Benim reçete baki: İki çift göz, iki satır laf.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Ezgi ve Kavramlar

Bu ara Ezgi'den gidiyoruz.

Arkadaşımın düğününe gitmeye hazırlanırken Ezgi'yle aramda geçen konuşma..
Ben: Hay Allah, bu çorap kaçmış.
Ezgi: Halaaaa, n'olmuş çoyabına?
B: Çorabım kaçmış Ezgicim.
E: Neyeye kaçmış?

Havaların erken soğumasından şikayet eden annemle Ezgi arasında geçen konuşma..
Annem: Kış geldiverdi birden.
Ezgi: Babanne, ne gelmiş?
A: Kış gelmiş annem.
E: Bize mi gelmiş?

Ayaklarımı inceleyen Ezgi'yle aramda geçen konuşma..
E: Halaaa, senin ayakların çok büyük.
B: Seninkiler de öyle olacak Ezgicim.
E: Ben de mi hala olcam?

8 Ekim 2010 Cuma

Ezgi'ye..

Büyüyünce sen sorsan da sormasan da senle olan pek çok anımı anlatacağım sana. İlki senin doğduğunu öğrendiğim geceyle ilgili olacak. Gecenin 10'unda yurt danışmasında çamaşır sırası beklerken telefonun çalmasını, henüz konuşmuş olduğum babaannenin tekrar arıyor olduğunu görünce acaba ne unuttu diye düşünüşümü, "Ezgi geldiii!" diyince attığım çığlığı bir bir tarif edeceğim sana. Önce çamasır sırasındaki, sonra da telefon rehberindeki herkesi doğumundan haberdar edişim ve o gece kalkacak ilk otobüsle seni görmeye gelmeyi düşünmem de eksik kalmayacak. Henüz bir saatlikken babanın gönderdiği fotoğraflara bakıp, o ana kadar olmayan birinin bir anda oluvermesine şahit olmanın şaşkınlığını da atlamayacağım. Bütün bunları sadece benden duymazsın belki de, şahitleri var bu anıların. Uzaklardan büyümeni nasıl takip ettiğimi, uzaklıklar kısalınca hayatımda tuttuğun yeri, her biri farklı şehirlere kısmet olan ilk doğumgünlerini de sadece benden duymayacaksın muhtemelen. Fotoğraflara bakıp anıları dinledikçe sen de sormak isteyeceksin belki, hatırladığım sürece hepsini anlatacağım, belki sen sordukça hatırladıklarımı farketmediklerim bir bir aklıma gelecek ve ben de şaşıracağım. O kadar çok çocukluk fotoğrafın olmasından sorumlu olmaktan hep memnun olacağım. Senin hikayelerini dinlemek ve her yeni fotoğrafını görmek zorunda kalan arkadaşlarımla karşılaşman beni biraz utandıracak ama gizli bir sevinç de duyacağım, sevildiğini bilmeni sağlayacak ve bu ömür boyu sana iyi gelecek diye.

Sana sadece benim anlatabileceğim bir anımız da olacak, bu sabah yaşadığımız. Bu sabah, muhtemelen ilerde gülüp geçeceğim bir sürü şey düşünerek uykusuz geçirdiğim gecenin sabahında sen yattığım odaya geldin. L'sini hala Y'ye yakın söylediğin "halaaa"yı başına koyduğun bir günaydın cümlesi kurup kucağıma yerleştin. Ben bu sabah sıkıntımın tesellisini senin daha 3 yılı tamamlamamış vücuduna sarılmakta buldum. Ben sana bu sabah sevdiğin birini nasıl teselli edeceğini kendimce öğrettim.

"Beni seviyor musun Ezgicim?"
"Seviyommm"
"Hadi sarıl bakalım halana, seni çok seviyorum de"
"Halacım seni çok seviyoğum"
"Üzülme halacım, hepsi geçer de"
"Üjülme halacım, hepsi geçeeğ"

17 Eylül 2010 Cuma

bugün neler öğrendim

İçine kapanmak evdeki ekmek, tuz gibi değil de eve ara sıra giren bir paket tatlı gibi olmalıymış. Her gün eve girerse bayacağı unutulmamalıymış. Sevdiklerine seni tanımaları için yardım etmezsen, tanımadıkları için üzülünce de üzüldüğünü anlamazlarmış. Başlangıcını unutacağın kadar uzun süre boyunca kendini kapatırsan, açtığın ilk zamanlar sıkıntılı geçermiş. Gözünü alan gün ışığına alışmak kadar geçecek süreye de bir zahmet katlanmak gerekirmiş.

not: Kendi kalemime güvenemeyip google efendide "bir dosta açılmak" diye aratıp edebi metinler bulmayı beklerken, bütün sonuçlar bilgisayarı DOStan nasıl açacağımla ilgili çıkınca iş başa düştü. Bu arada alemdeki tek duygusal ben miyim diye de düşünmedim değil.

16 Eylül 2010 Perşembe

2010 FIBA Dünya Basketbol şampiyonasında etrafımdaki dalgaya kapılarak bizim takımın çıktığı her maçı seyrettim. Mağlubiyetsiz ilerledikçe mutlu oldum, yarıfinalde ömrüm yarılandı, finali ne sen sor ne ben söyleyim. Şampiyona bitip de "Alışmıştık ya, keşke seyredecek başka maçlar olsa. Dur bakalım lig ne zaman başlıyor?" demeye başlayınca bir deja-vu hissiyle kendimi ergen zamanlarımda buldum.


Tee yıllar önce, orta sondayken (o zamanlar orta var daha) gene böyle bir basketbol takibi dönemi yaşamıştım. Kendimden beklenmeyen bir şekilde bütün ligi takip etmiş, istatistiklerden anlar olmuş, oyunculara kendi çapımda notlar verip gelecekleri hakkında yorumlar yapmıştım (Bu arada o zamanlar genç olan oyunculardan iyi yorum alanların hepsini şampiyonada gördüğümü söylemem lazım. Tabi bunun yanında ilk defa şampiyonada gördüğüm oyunculardan yeni bir turnuva bile düzenlenebilir). Üstelik o dönemde milli takımın katıldığı bir şampiyona falan da yoktu, kaldı ki milli takım daha 12 Dev Adam olarak anılıp reklamlarda da gözükmüyordu. Eğer sözkonusu kişi ben olmasaydım bunu ergen bir genç kızın, eline basketbol topunu her alana duyduğu "default" ilgiyle açıklamak mümkün olabilirdi. Ama ben daha o zamandan arızaydım; ilgi alanıma hep kendi halinde ve sessiz tipler girerdi. Eline basketbol topunu alıp kendine baktıran ve bundan mutlu olanlarsa çoğunlukla iyi arkadaşım olurdu ve onlarla haftanın maçlarını değerlendirirdik :)

Bu basketbol ilgisi bende bir sezon sürdü. Ertesi yılki ligde ilk biriki maçı izledikten sonra aynı keyfi almadığımı farkedip kendiliğinden bıraktım. Basketbol benim için en son Efes Pilsen'de Petar Naumoski ve Ufuk Sarıca'nın olduğu, Hidayet Türkoğlu'nun genç ve umut vaadeden yetenek olarak tanındığı, Mirko Milicevic'in kendi potasının altından attığı topla basket yaptığı bir dönemde kaldı. O zamanlar güzel başlayan bu ilginin neden böyle anlamsızca bitiverdiğine anlam verememekle beraber pek de sorgulamamıştım. Yıllar sonra bu sefer bu ilginin nerden çıktığını da aslında pek sorgulayacağım yoktu, güzel güzel maç seyredecektim. Ama bu sefer yanımda, neden boyları en aşağı 1.95 metre olan atletik erkekleri mütemadiyen aynı karede gösteren maçları izlemek istediğimi içtenlikle (!) merak eden biri vardı. Ne ilginçtir ki tam da yıllar önceki ilgi alanıma girenlerle aynı tanıma uyan biri :) Şaka maka derken ben de merak ettim ne oldu da böyle oldu, o zaman ne olmuştu diye. İçinde durduğum resimden biraz uzaklaşınca gördüm ki aslında cevap çok barizmiş: Etrafımda kendimi soyutlamak istediğim şeylerin olduğu dönemlerde kendimi saracak birşey aramışım, orda da fileden geçen bir top duruyormuş. Bundan sonra ne zaman canım sıkkınken bir basketbol maçına denk gelsem, devamında gelen sürede de birkaç maç izleyeceğim garanti yani, öncesinde başka birşeyle uğraşmaya başlamadığım sürece de yerini kaptırması zor. Bir nevi Pavlov deneyi yani. Bu zamana kadar öyle dönemlerde neden basketbol maçlarına tekrar sarmadığım da bu denk gelme olayıyla birebir ilgili, o günlerde baktığım yerde pota yokmuş.


Uzun lafın kısası:
- 12 Dev Adam pek mutlu etti, hepsine helal olsun.
- Lig maçları yayınlanmaya başladığında seyredeceğim garanti, EuroBasket 2011 başlamadan maçları seyretmeyi bırakıp bırakmayacağımsa meçhul :)

not: Fotolardan biri FIBA resmi sitesinden alınmış olup diğerleri orda olan anonim seyircinin emeğidir.

31 Ağustos 2010 Salı

Babayı almak

29.08.10 - akşamüstü
Ofisime ne zamandır gitmediğimi düşündüm. Hesaba kafam basmayınca bıraktım.

31.08.10 - sabah
Bilgisayarımı en son ne zaman açtığımı hatırlamaya çalıştım. Saydığım günlerin ucu gelmeyince bıraktım. Sonra onu gördüm. Bilgisayarım açılmış, benden onu özgürce kullanabilmem için ona verdiğim şifreyi bekliyordu, üstünde kibar bir turuncu çiçekle. Bir süre bakıştık. Parmaklarımı ona uzattım, öylece kaldılar. Turuncu çiçek solmak üzereydi ki omurilik kendine geldi, masaüstünü özgür bıraktı. Olur öyle, zaten saçım da beyazlıyo dedim çok aldırmadım.


31.08.10 - öğle
Karnım acıktı. Yemeğe geldiğim yerde kasada kredi kartını uzattım. Kasiyerin gösterdiği yere bakınca gene onu gördüm. Bu sefer turuncu çiçek yoktu, kibar olmayı dert etmeden şifreyi istiyordu. Bir kısım beyin hücrelerim yok artık derken diğerleri dört tane rakamı buluşturmaya uğraşıyordu. Rakamları bulanların işi bitince sıralamayı yapanlar koşuşturmaya başladı. Sabahki dumurdan hallice bir şekilde bu da geçti.


29.08.10 sabahına dönüş
Baba: Oğlum otopark şifresi neydi?
Abi: Baba ben cebine kaydedeyim, hatırlayamazsın.
Baba: Yok yok hatırlarım ben, söyle.
Ben: Baba hatırlayamazsın, yazalım telefonuna.
Baba: Hayda, söylesenize ya!
Abi: ******
Baba: Ha şöyle, tamam işte, ******* (
burdaki yıldızların sıralaması üsttekilerden tamamen farklıdır). Dur dur, şimdi diycem doğrusunu..
Abi: (Sessiz sırıtma)
Ben: (Ne sessiz olcam felsefesiyle atılan çın çın kahkahalar)
Baba: Beter olun!!

31.08.10
Abimin başına bugün birşey gelmiş midir ki?

26 Temmuz 2010 Pazartesi

bir gün bir mühendis bir sosyo-ekonomi makalesine rastlamış...

Döndüm. Ofisi çalışılabilir, evi de yaşanabilir hale getirdikten sonraki çalışmaya başlama faslının girişindeyken, hala çömezi olduğum akademik dünya beni pek bi hınzır karşıladı.


Gözünü sevdiğimin akademik dünyası, pratikte işe yarasın yaramasın ayırmadan yapılan her işi kucaklayışını seveyim. Takım tezgahları nasıl kıpraşır diye aranırken karşıma bunu çıkararak bana birşey mi demeye çalışıyorsun ondan emin değilim. Selamlar..

1 Temmuz 2010 Perşembe

tatiiiiiil!

Buralarda olmayışımı resmileştireyim dedim, ses vermeyen okurlarım varsa bilsinler diye.

Tatile gitmeye hazır olmak diye de birşey varmış, onu öğrendim. Çalışılacak yerde boş oturmaya çok alışmamak lazımmış bir de, vücut çalışma sandalyesindeki izine tekrar yerleştiğinde orda yapılacak şey diye çalışmayı bilsinmiş ki vücuttaki kafa istemsiz tembellik yüzünden kendini yemesinmiş, sağlam kalsınmış.

Herkese kendince iyi tatiller..

16 Mayıs 2010 Pazar

yeter(siz)lik süreci

Bir adet genel konular sınavı, (en fazla) jüri üyesi sayısı kadar özel konular sınavı ve bir adet ömre bedel sözlü sınavdan ve öncesinde, sırasında ve arada yaşadıklarınızdan oluşur. Genel konular sınavı, kariyerini akademik camiada kurmaya başlamamış herkes için üniversite kelimesinin karşılığı olan lisans dönemine ait konuların sınavıdır. Binbir ruh haline girerek çalışılır bu sınava, beyindeki düşünceler bir sarkaç gibi ordan oraya savrulur. "Kolay canım, nasılsa aldık bu dersleri zamanında, yaparız"dan, "Çok konu var, hayatta yetişmeyecek, bittim ben" e sıçrar, arada "Zamanında neden anlamamışım bunları, meğer ne basitmiş"le "Benim bunları zaten biliyor olmam gerekmiyor muydu yaa, neden anlamıyorum?" arasında zikzak çizersiniz. En son üniversite sınavı öncesinde yaşanılana benzer, rahatlıkla stres arası garip bi duyguyla bu sınava girilir, bir şekilde yapılır geçer.


Şans eseri idari göreve sahip bir tez hocasına sahipse doktora yeterlisi adayı, hocanın sıkışık ajandasına en uygun sözlü sınav tarihine karar verilir. Sözkonusu aday için bu tarih genel konular sınavından 10 gün sonrasıdır. Arada verilecek 4 tane özel konular sınavı hemen genel konular sınavı çıkışında taze taze doktora yeterlisi adayına verilir, ve jüri üyelerinin sözlü sınavdan önce sınavları değerlendirebilmeleri için 5 gün sonraya teslim etmesi istenir. Beyni süngere dönmüş doktora yeterlisi adayı o gün bir şey yapamadığı için elindeki her özel sınava bir gün kaldığını farkeder, sınavları bu takvimde yapacak bir ayarlama yapar, ya da yaptığını sanır. Zira bu 4 gün doktora yeterlisi adayı için 10 final haftası (ne yapması gerektiğini gayet bilip yapmamak için elinden gelebilecek en akla hayale gelmedik işlere girişme anlamında) gücündedir. Pazar gününe denk gelen 4. günün akşamında adayımız, çocukluğundan itibaren hayatını gözden geçirme işleminin bilmemkaçıncısını tamamladığında sınavların da kendisinin doğal sınırlarına ulaştığını farkeder ve içinden "benden bu kadar" der. Ertesi gün sınavları teslim ettiğinde "benden bu kadar" diyenin içinin tamamı olmadığını farkeder ve bu iç rahatsızlığı sözlü sınav gününe kadar mide bulantısı, tad alamama, ağız tadıyla acıkamama ve dolayısıyla bişey yiyememe şeklinde kendini gösterir.


Sonunda sözlü sınav günü gelir. Uzatmaya lüzum yok, sözlü sınavın özeti de şudur: Doktora yeterlisi adayı bildiği en basit şeyleri bile düzgün ifade edemeyip zırvalar, hiçbir soruya bir defada doğru cevap veremez, hocaların yönlendirmeleriyle de ancak 3-4 defada doğrusunu bulur; ancak jüri üyeleri boşuna o masanın diğer tarafında oturmamaktadırlar. Bu kadar zırvalama ve saçmalamanın arasında doktora yeterlisi adayının birşeyler bildiğini anlayacak donanıma ve tecrübeye sahiplerdir. Bunu da kapıda bir daha jüri üyeleriyle karşılaşmayacağı bir yere gidip yerleşme planları yapan doktora yeterlisi adayına beklediğinin çok uzağında bir sözlü sınav notu söylerek gösterirler. İdari göreve sahip meşgul tez hocası ortamdan koşarak uzaklaşır, doktora yeterlisi adayı da ayakları yere daha az basarak geçireceği birkaç güne başlar. Sonunda da düğümler çözülür.

27 Nisan 2010 Salı

yettim diyene kadar



Bu ara çalışmak dışında yaptığım şeyleri her zamankinden daha çok yapıyorum, çünkü bu ara her zamankinden daha çok çalışmam gerekiyor. Yeterlik değil mi, ben de hayata yetiyorum.

26 Nisan 2010 Pazartesi

incik boncuk

iç ses: Kolyelerin ne kadarı senin?
daha iç ses:Hepsi
tabi ki :D

i.s.: Ne kadar zamandır topluyon?
d.i.s.: İlkini hatırlamıyom, ortaokula uzanıyodur. Sonuncuyu 2 hafta önce bir pazar akşamı aldım. Arada kendi yaptıklarım, küpeden bileklikten bozup kolyeleştirdiklerim de var, karmaşık yani.

i.s.: Nerelerden alıyon?
d.i.s.: Coğrafyası geniş valla, alışveriş merkezlerini ortalarına kurulmuş standlardan, şenlik panayırından, han dükkanlarından, pasaj içlerinden, sokak satıcılarından, tatil pazarlarından, sosyetik dükkanlardan..ama hepsi Türk bak, bitecik Kıbrıslı var aralarında :D

i.s.: En son ne zaman taktın?
d.i.s.: (derin sessizlik)

i.s.: Gene güzel bitane görsen?

d.i.s.: Hani nerde?!!

30 Mart 2010 Salı

şaşkın ve tembel yıldızlar

"... Abuk subuk konulara girdik. reenkarnasyon falan gibi. Ona Mozart'ın CDler, internet vs. sayesinde dünyaya yeniden geldiğini söyledim. Peşine Beethoven ve Debbussy'yi hatta tezimi güçlendirmek için John Lennon'u da ekledim. "Onları yaşadığı çağda o kadar az insan dinliyordu ki, teknoloji ve iletişim olanakları yüzünden dinleyici sayısındaki artışa bakarsak onları günümüzde yaşıyor olarak kabul edebiliriz. Hatta kendi dönemlerinin değil, bugünün müzisyenleri sayılabilirler" gibi şeyler söyledim. İşte sana reenkarnasyon! Hiç etkilenmedi. Böyle gerçekçi mavralara takacak türden biri değildi. Samimi bir şekilde dünyaya yeniden gelindiğine inanıyordu.
..."

Behiç AK, Yıldızların Tembelliği, s.95.

Alıntının ortaya çıkış süreci:
- Tuna Kiremitçi ve İclal Aydın kişilerinin ayar ve istifa süreçlerini (bknz:not1) öğrenme, şaşma, gülme, hadi yaa deme
- Ipod listesindeki sevilen çello albümünde Jacqueline du Pré'ye rastlayıp gülümseme
- Akla gelen yazıyı arayıp bulma
- Kaç zamandır blog kel kaldı, bari oraya yazayım boşa gitmesin diye düşünme

not1: Konuyla ilgili bilgi için google da çellist, kiremitçi, aydın kelimelerini aratmak yeterlidir.
not2: Behiç Ak, yazarın önceki yazılarında atıfta bulunduğu siyah-beyaz gazeteyi şenlendiren çizerlerdendir. Parmak-marifet ilişkisi karmaşık olan çizerin pek güzel tiyatro oyunları ve yukarıda alıntısı yapılan çok özgün bir öykü kitabı vardır.


18 Mart 2010 Perşembe

zaman kapsülü

Yeterlik çalışması adı altında, 6 küsür yıl önceki halimin tuttuğu notlara bakarken pek bir hislendim. Mümkün olsa o zamana gidip dost kazığı, hayatta kalma mücadelesi ve okul stresi formunda kendi ölçülerinde hayatın sillesini yemiş olan kendimin sırtını sıvazlamak, biriki teselli/cesaret sözü söylemek istedim.

Kurduğum şeyin mümkün olmadığını hiç düşünmedim de; şimdiki halimin olduğu şey, geldiği yer onu daha da üzer de buralara gelecek kadar da kendini toplayamaz diye korktum. Bıraktım, dağınık kaldı.

15 Mart 2010 Pazartesi

3 günlük hava durumu

Cumartesi

Kimbilir nerde ne zaman hangi şartlarda yitirdiğim özgüven, hayatta yokluğunun en çok arıza çıkardığı şeyler listemde daima bir numaradır. Para pul gibi değildir, e napalım yok diyip sakin sakin oturamazsınız, zira her davranışınızda kendini göstertir. Gün gelir o davranışa maruz kalanlar suçlamak, yakınmak, şikayet etmek suretlerinde tepkilerini gösterirler. Özgüvensizlik yüzünden ortaya çıkan davranışın eleştirilmesi, zaten ezik olan bünyeyi daha bi bozup olayı en kallavisinden bir kısır döngüye dönüştürür. Okuyucunun tahmin ettiği üzre, yazarı bu döngüye pek çok kereler girmiş, bir yenisi sayesinde de şu an okunanları yazmaya başlamıştır.



Cuma gecesinden başlayıp Cumartesi sabahının yavaş yavaş öğlene benzemeye başlayan saatlerine kadar geçen zamanı, yaşadığım bu bilmemkaçıncı bocalama krizini hafifletmek için mutfakta geçirdim. Mutfakta kafa dağıtılabileceği fikri MorKoyun'a, tarif Evren'e, geri kalan herşey naçizane GünlükSüt'e aittir, bilhassa rozet ve karışık olan kafa. Hem tarif, hem mutfakta zaman geçirmek şiddetle tavsiye edilir.

Pazar

Siyasetten ekonomiden henüz anlamayan evin küçüğü için, eve giren siyah beyaz gazetenin tek eğlencesi çizerleridir. Bu pazar bu fikrim biraz değişti.


Kim demiş bizim gazete renksiz diye :)

Pazartesi


Bahar mı yalancı, sen mi baharın yalancısısın?